Varlığı var etmiş Hanım.



                   
                       "Lo sipero" İtalyanca umarım demekmiş. Bilmediğim bişey öğrendiğimde öğretene bilmediği bişey öğretmeyi borç bilirim. Bildiğim iki dilden biri Kürtçe. "Kürtçede umarım diye bir sözcük yok sanırım" dedim. Kürtçenin ne umutsuz bir dil olduğundan bahsettik arkadaşımla. Hayata umutsuz bir dili konuşarak başlayan kadınlardan biri babaannem. Bin dokuz yüz elli altı yılında doğduğu köyde hiç gitmediğim onun da hiç anlatmadığı o evde ailenin üçüncü çocuğu olarak büyümüş. Babası onu da diğer kız çocukları gibi okula göndermemiş, zaten babaannem de gitmek için hiç diretmemiş. "Elbet ben de isterdim, çok heves ettim ama öğretmen her gün çocuk başına bir tezek isterdi, biz altı kardeştik babamın elindeki tezekler sadece abimi okutmaya yeterdi"... 

                       Kırk yedi yıl önce on beş yaşında olduğunu söylüyor ama aslında tam tamına on üç yaşındayken telsiz duvaksız karın fırtınanın ortasında ocak ayında yapılmış düğünü. Gelinlik giymemiş çünkü gelinliğin ne olduğunu bilmemiş. Kocasını tanıyormuş ama aşık değilmiş çünkü aşkın da ne olduğunu bilmemiş. "Baban sordu mu sana evlenmek istiyor musun diye?" dedim, "ayıptır, arkadaşımı yolladı arkadaşım sordu" dedi. Gelin gittiği köyde kaynanasıyla yaşamaya başlayan babaannem evliliğinin başlarında ne hissettiğini hatırlamıyor. Tarlaya gidip geliyor, ekmek pişiriyor, ev işleri yapıyormuş. Herhangi bişey hissetmeye fırsatı kalmıyormuş. İlk çocuğunu doğurduğunda da ne hissettiğini hatırlamıyor. Yine tarlaya gidip geliyor, ekmek pişiriyor, ev işleri yapıyor ve çocuğuna bakıyormuş. Herhangi bişey hissetmeye yine fırsatı kalmıyormuş. İkinci çocuğu erken doğmuş, doğduktan yedi ay sonra hastalanıp ölmüş. Çocuğu ölünce de ne hissettiğini hatırlamıyor. Ağladığını hatırlıyor ama ne hissettiğini hatırlamıyor. Üçüncü çocuğu iki yıl sonra doğuyor ve babaannem ölen kızının geri geldiğini düşünüyor. "Rüyalarımda çok görürdüm ölen kızımı. Dışarıda olurdu hep. Alayım eve götüreyim çok isterdim. Ne zaman kucağıma alsam evi bulamazdım. Sonra en sonunda bir gün rüyamda yine onu gördüm. Söğüdün altında beşikteydi. Aldım, sakladım kucağımda, eve götürdüm. Ondan sonra doğan kızımı o sandım". Babaanneme göre insan, acılarını unutabilirmiş...

                       Kocası iki kere askere, sonra çalışmaya yıllarca gurbete giden babaannem hep yalnız kalıyor. Ama yalnız kaldığını bilmiyor. Hiç arkadaşı yokmuş. "E kimle sohbet ediyordun?" sorusuna bile "ne bilelim biz sohbet neydi. İşten güçten vakit yoktu, içmeye çay kahve yoktu, yorgunluk çoktu, yoksulluk çoktu." diye cevap veriyor. Kocası gidince çalışmaya gurbete, babaannem hiç üzüldüğünü hatırlamıyor. Bu üzülünecek değil sevinilecek bişeymiş ama babaannem üzüldüm/sevindim kelimelerini hiç kullanmıyor. Çünkü babaannem tıpkı Oğuz Atay gibi, kelimelerin bazı anlamları karşıladığını düşünmüyor. "Gitsin çalışsın üç beş kuruş kazansın, çoluğun çocuğun rızkını çıkarsın isterdim. Belki bir etek alırdı bana." diyor. Bir etek almak ihtimal dahilinde ama ne yazık bu düşük bir ihtimal. 





              Hiç hayallerin/isteklerin oldu mu?
              "İstekler çok oldu hayaller suya düştü. Çocuklarıma bisiklet almayı ben de isterdim."
              Hayata dair senin küçük zaferlerin neler?
              "Ben hırslıyım, benim hırsım hep var. O yapıyor ben niye yapamayayım derim. Yastık örerim, halı örerim, çanta örerim."
              Kırk yedi yıllık evlisin. Bana aşkı nasıl tarif edersin?
              "Yokluk vardı. Giyinemedimki bana güzelsin desin. Kravatı yoktu ki taksın oturalım yemek yiyelim. Yokluk çoktu bizim yatak odamız bile yoktu.."
              Şimdiden sonra hayattan ne bekliyorsun?
              "Yatağa düşmeden ölmeyi.."
              Eğer söyleyeceklerini bütün kadınlar duyabilseydi ne söylerdin?
              "Ben çok aç da kaldım, susuz da kaldım. Deden askerdeydi baban vardı büyük halana hamileydim giyecek bişeyim yoktu. Ev halidir huzursuzluk da olur, kimseye bişey söylemedim. Hep iyiyim dedim, hep var dedim. Kötülük büyütmekten bişey çıkmaz. Büyütmesinler kötülükleri." 


                   
                   

                     
                        Sorduğum her soru sıradandı, aldığım her cevap sıradan. Bir kadın hayal kuramıyor kursa da kursağında kalıyor. Babaannem yokluktan gelmiş az çok varlığa yetişmiş. Ekinleri yakılmış, çocuklarıyla birlikte hayvanlarının da aç kalacağına ağlamış. Bugün işte o sebepten atmaz hiçbir şeyini. Hastalandığında komşuların getirdiği tavuklar birikince, iki boğaz da hepsini bitiremeyince tavuklardan kavurma yapmış. Her yaz gittiği köyde ektiği her şeyi kurutup, mayaladığı yoğurtlar ekşidikçe peynir yapıp peşi sıra Bursa'ya taşımış. Buzdolabını bile çok elektrik harcamasın diye en düşük ayarda çalıştıran babaannem hayatta en çok iki şeyden korkuyor; biri yokluğa düşmek, diğeri yatağa düşmek. İki şeyi de çok seviyor; biri güzel etekler, diğeri dizili boncukların oluşturduğu kolyeler. Korkularımız değil de sevdiklerimiz benzer. 

                       Babaanneme baktıkça gözümde bakkaldan aldığı deftere gazetelerdeki yazıları yazıp yazısını geliştirmeye çalıştığı canlanıyor. İlkokuldayken ben, ödevlerimi yapmayı reddedince "ver ben yazarım benim yazım seninkinden güzel" dediğini de hatırlıyorum. Kucağında uyuduğum geceleri de hatırlıyorum. Yürüyemediğim halde merdivenlerden sürünerek babaanneme gitmeye çalıştığımı da anlatırlar hep. Bu yazıdan sonra da bir ömür Behçet Necatigil mısralarıyla kazınacak kafama babaannem.


                                            Kapalı kaynar tencerem bilinmez,
                                              Et mi pişer, dert mi pişer.




                        

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Şaşıfelek Çıkmazı ve Daha Bisürü Şey

Fazla Konuştum Hadi Zengin Kalkışı

Altı yaşındayım, dantelli çoraplara kılım.