Fasülye sırığı kadar aklım var, türlü türlü huyum var.
Kazara hızlanır, rayından çıkar diye perde; kornişe sıkıştırılmış gazete parçasıymışım ben tamam mı? Sararmışım, yıpranmışım. Mevsim dönümü duvarları bile silinen evin perdesi de nasibini alınca temizlikten, çıkarmışlar yerimden. "Beyaz tül, bembeyaz tül" mırıltıları eşliğinde makineden alınırken tüller, pencere kenarlarında sıramı beklemişim. Değişmemişim, yenilenmemişim tamam mı? Kimse açmamış içimi, ben de yeltenemem açılmaya, kıpırtısızım. Çünkü sıradan bir gazete parçasıyım. ("Sıra dışı gazete nasıl olur be zaten?" diyorsanız hiç Zaman gazetesi görmediniz demektir. İşte ben zaman değilim, sıradanım.)
Yersiz ve biçimsiz şakamdan sonra devam edemediğim yukarıdaki paragraf son aylarımın his raporudur. Yani en azından bir kısmının özetidir. Zaman zaman kendimi ne manik ne depresif hissettiğim, "galiba bana yanlış tanı koydular, bipolar mipolar değilim normalim bak." dediğim de olmadı değil. Öyle normaldim ki aylardır rüyamda hiç uçmadım mesela. Dolayısıyla canım hiç camdan atlamak da istemedi. Bileklerimi kesip kan akışını izlemek de istemedim. Boynum kırılsa çatır çutur ses duyar mıyım diye merak edip evde kendimi asacak yer de aramadım. Sıradanlaştım sonra ne olduysa sıkıldım. Anormal olmak, kötü değilmiş sadece sıra dışı olmakmış. Sıra dışı olduğum için değil, herkes gibi olamadığım için üzülüyormuşum ama herkes olunca ne olduğunu anladım; hiçbir şey. Hiçbir şey olmuyor. Rüyamda bile yürüyeceksem ne anlamı var yaşamanın? Hiç çıkmayacaksa omuz hizamdan kanatlarım, çöp demektir sabaha kadar oturup kurduğum hayallerim. Uykumdan feragat ediyorum ben yıllardır. Tek tek zımbalıyorum hepsini başımın üstünden ayırmadığım düşünce balonuma. Normal insanların düşündüklerinin en az iki buçuk katını düşünerek yapıyorum bunu, boşa mı yoruyorum kafamı? Dünyanın neresinde olduğunu değil, olup olmadığını bile bilmediği şehirlere tepeden bakma zevkini, havada takla atma neşesini rüyasından başka nerede tadar insan? Şans işte arkadaşlar... Bana çıktıysa ikramiye hata mı bu, günah mı yoksam suç mu? Size olmayan şehrin olmayan göğünde kendi kanatlarınızla uçarken türbülansa girmenin nasıl bişey olduğunu anlatmak isterdim ama hak etmiyorsunuz. Hak etseniz zaten bilirdiniz. Neyse, sıradaki paragrafa geçelim, ben size son kullandığım ilacı anlatayım. Yeni güncelleme geldi çünkü.
Geçtiğimiz yılın başlarında bana "depresyonun majör olmuş, akıbetin intihar" deyip reçeteme yazdığı ilacı kullanmazsam öleceğimi söyleyen bir doktor vardı hatırlıyor musunuz? Diyelim hatırlıyorsunuz. Ben o ilacı bulamamıştım. Doktora ilacı bulamadığımı söyleyecektim ama doktoru da bulamamıştım. Başka bir doktora gitmiş, yine aynı ilacın yazılı olduğu reçeteyi cebime koyup eczane eczane dolaşmıştım. Dolar kuru yüzünden ilacın ecza depolarında saklandığı söylentileriyle aklımı kaçırıp kendimi dağa taşa vurmuş, sırt çantamla Anadoluyu bucak bucak gezdiğim ve devamında istediğim okula giremeyip "benim sadık yarim depresyonumdur" düşüncesiyle kendimi aylarca kendime kapatmam neticesinde bir sahil kasabası eczanesinde rastlayıp aldığım ilaca başladım. (Cümle bence de çok alengirli ama hikayenin bi numarası yok, rica ederim beklentiyi yükseltmeyin sevgili okur.) Kullanmazsam öleceğime inandırıldığım ilacı kullanmaya başladığım hafta öldüm sandım. Beynime buz kütlesi atıp limon sıktılar sandım. Parmaklarımı rendeleyip mentollü chesterfield bastılar sandım. Burnuma tığ sokup aklımı aldılar sandım. Dişlerimi çekip cam yedirdiler sandım. Daha neler sanardım da neyse ki bir haftanın sonunda toparladım. İlaç çalışmaya başladı. "Kobay olmaktan kurtuldum, gönlümün sultanı derdimin dermanı bu beyaz şişedeymiş rabbim dolar kurunun yükselmesine mani olsun inşallah" dediğim günlerde sıkılıp ilacı bıraktım. Galiba gerçekten ilk hafta burnuma tığ sokup aklımı aldılar... Ama işte akıl fasülyeymiş, nemli pamuk arasında filizlendirip kafama ekince büyüdü yeniden. Tekrar başladım. Sonra tekrar bıraktım. Bi daha tekrar başladım. Yine bıraktım. Matematiğim biraz kuvvetli olsaydı, sayı sayarken başım dönmeseydi şimdi kaç kere bırakıp kaç kere başladığımı net ifade edebilirdim ama... İnsan aklını büyütürken eksikleri göremiyor, dudak kıpırtılarıyla fısıldayıp dileklerini fasülyelere üfleyemiyor. Nereden bilsin fasülye neyim eksik. Bilecek yetisi olsa filizlenmek için nemli pamuğa ihtiyaç duyar mı? Muhtacız birbirimize. Bazen fasülyeye, bazen bizimkinden sağlam omuzlara, bazen daha büyük bir ele, bazen nemli pamuklara, bazen okyanusun bir boy küçüğüne, bazen de gür ve dalgalı saçlı kar tanesine. Fark ettiyseniz tek büyüyen fasülye değil. Yirmi dört oldum ben bi ara. Ama hala aynada kendime dil çıkarıp göz kırpıyorum. Bunun da zaten yaşla ilgisi yokmuş, büyüdüğüm için hemen anlıyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder