Bu mahallenin her yol ağzı, her köşe başı çocukluğummuş gibi.
Topladığım gazoz kapaklarını kırmızı kutumda biriktirdiğim zamanlardı. Akan burnumu sol koluma sildiğim zamanlar. Evimiz yokuşun başladığı yerden yürüyünce ilk soldaydı bence. Sonra o yokuşun çok daha aşağılardan başladığını fark ettim. Çatıya yağan karı, renginin yine kırmızı olduğunu düşündüğüm (iyi hatırlayamıyorum ama bence kırmızıydı) küreğimle aşağı atıyordum. Sadece bir fotoğraf karesi gibi geliyor aklıma. Pembe çay takımımla anneme çay servisi yaptığımı da yine bir fotoğraf karesi gibi hatırlayabiliyorum. O günlerde fazla derinden yediğim tırnağımın acısı şimdi bile geçerli ama...
Bugün onca zaman sonra gittiğimde giremediğim sokağın eski hâlini göstermeyi çok isterdim. Değişen sadece ben değilim. Halamın, annemin elinden tutup gittiğim bakkalın kapısı bile başka artık. Fotoğraftaki bahçe de bizim değil. Hep önünden geçtiğim, eskiden tavukların volta attığı bu bahçe sadece 'hep önünden geçtiğim' bahçe. O kadar. Bu bahçenin önündeki yoldan anneannemin evine gidilir. En fazla yirmi beşinci adımda yolun ortasından nereden geldiğini hiç anlayamadığım su akardı. Bazen çok, bazen azdı ama hep akardı. Halamla Nazlı ablanın iki elimden tutup beni o suyun üstünden atlattığını ve bu oyunu çok sevdiğimi hatırladıkça bi daha aksın diye o su, ağlamak geliyor içimden. Sudan sebeplere ağlamak en güzel lüks... Mecburi nedenler dışında giremediğim sokağın eskiden sağdan birinci, şimdi sağdan ikinci evinin hep bastığım zilini ve eskiden gri olan şimdi ne renk olduğunu bilmediğim kapısını da göstermek isterdim. Kapıyı açanlar azalınca gidemedim. Azlık hep üzdü beni. Çocukken de öyleydi. İstanbul'a taşındığımızda iki yaşındaydım. Kalabalık bir evden çıkıp aile bireyleri üçe kadar sayınca biten bir eve geldiğimizde herkesin arkasından ağlamaya başladım ben de. Annemin ürettiği türlü çeşit oyunla oyalanmam da o zamanlara denk geliyor. Mor dinozora yüzük yutturmaca, şakacıktan kırmızı küçük leğende çamaşır yıkayıp asmaca, kağıtlara yüzlerce el çizmece, üçgen şeklinde dizilmiş sandalyelerin üstüne örtülen çarşafla çadır kurup içinde oyuncak bebek uyutmaca, bazen duvarlara resim yapmaca ve elektrikler gidince soda şişesine oturtulan mumun eriyişini izlerken hikayeler uydurmaca oynardık. Babamla da sadece legolardan ev yapmaca oynardık çünkü onun ilgi alanı hep inşaattı. Yıllar sonra inşaat mühendisi olmam için ısrar edecekti, her seferinde eşit ağırlık okuduğumu vurgulayıp konuyu kapatmak isteyecektim ama o ısrar etmekten vazgeçmeyecekti çünkü benimle iş yapmayı hâyâl ediyordu. Sıramı ben yedi yaşındayken yalnızlığıma ilaç gibi gelen oyun arkadaşım, ilk zamanlar oynanan her evcilikte çocuğum olan beni anne yapan ilk canlı bebek, sonraki zamanlarda da komşum olan kardeşime savıp felsefe okumaya doğduğum şehre gelecektim. Burası çoktu ve aynı zamanda kurtarıcı gibi kucağını her istediğimde/ihtiyacım olduğunda açıyordu. Ahmet Erhan'ın "Darlanma şehrim birgün dönerim/Darlanma şehrim sende ölürüm" diye Ankara'ya yazdığı dizeleri aklımdan milyonlarca kere tekrar edip evim yaptığım Bursa'ya döndüğümde büyüdüm. Dikkatim dağınıktır benim, zor öğrenirim mesela kimsenin arkasından ağlamamayı hâlâ öğrenemedim. Geçen günleri hatırlayıp akan burnumu çeke çeke (artık sol koluma silmiyorum) ağlamamayı da hâlâ öğrenemedim. Celal Gözütok'un "Ben bir gamhar tekkesiyim/Gamsız girilmez/Acı benden çok çekti" dizelerindeki 'gamhar tekkesi'nin dervişi sadece Ahmet Erhan değil gördüğünüz gibi. Belki gamhar tekkesinin bir bekçisi, bir yalnızı ya da hatta dervişiyim. Ama ne yazık, artık çocuk değilim.
Yorumlar
Yorum Gönder