Olacak Olacak Olacak O kadar


                     Yalan değilse Boris Vian'ın şöyle bi sözü var: "Hiçbir çiçekçi dükkanının demir kepenkleri olmaz. Çünkü; kimse aklına getirmez çiçek çalmayı.." Bana çok Yılmaz Erdoğan gibi geliyor. Bigün çok cesaretli olursam asıl Yılmaz Erdoğan hikayemi yazacağım. Fakat o gün bugün değil çünkü ben ne zaman ne istersem o zaman onu yazarım. Ellere nesi?  

                    İstanbul'a taşınalı eşit yaklaşık dört ay oluyor. Dört ayın ilk üç ayı kaybolmakla geçti. Kendimi kurtardım bi şekil ama geçen hafta yol tarif ederken de arkadaşımı kaybettim. Olsun, bunlar çözülmeyecek sorunlar değil. Şehirde vapur var bi kere. Vapurlarda yol boyu müzik yapanlar ve hatta bi de Ezgi'nin Günlüğü çalanlar var -ki bilirsiniz, ruhumu teslim edecek kadar severim- bu yüzden katlanması kolay bile sayılabilir. Yalan değil şimdi ilk ay her gün ağlayarak geçti fakat artık kabullendim. İstanbul'da her yer her yere uzak, iki yaka arasında gelip gitmek çok mu dert diyorum. Evde olamamak, istediğim hızda ve istediğim yoğunlukta okuyamamak, dört ayda tek bir film bile izleyecek enerji de zaman da bulamamak, yeni bir diziye başlayamamak üzücü. Hafta sonlarımı planlama problemimi çözersem belki işleri yoluna koyarım. Fakat ev çok kalabalık. Çok kalabalık. Çok gürültülü. On bir yıl yalnız yaşayıp hane mevcudu üç kişiden oluşan bi eve taşınınca başım döndü, tansiyon skorum düştü. Ailemin on sekiz yaşındayken elinden tutup başka bi şehre bıraktığı kız çocuğu değilim artık. Kardeşimle anlaşmakta zorlanıyorum. Uyku düzenlerimiz aynı değil. Işığı kapat kavgası, ışığı kim kapatacak kavgası, gürültü yapma kulaklık tak kavgası, giysilerini oraya koyma buraya koy kavgası, benim çorabımı mı giydin sen, o benim sweatshirtüm çıkar hemen kavgası, biramı kim içti kavgası, o benim rakımdı kavgası, şarabının tadına bakayım öğğ bunu mu içiyorsun bk gibi vay efendim sana ne sus be çok güzel bi şarap içme benim kavgası, fön makinesinin kablosunu öyle sarma öyle sarılmaz çünkü kavgası. Bi de kavgalar şiddetlenince yapılan pislikler var. Üstündeki yorganı çekip salona atma, yatakta tekmeleme, yatarken kolundan/bacağından tutup aşağı çekme, inadına saç köpüğünü lavaboya sıkma (hem de çok pahalı olanı). Çok fazla sinirlendiysek de eşyalarımızı birbirimizden gizliyoruz. O, yüz yıkama jellerini banyodan toplayıp dolabına saklıyor, ben pahalı nemlendiricimi nereye saklasam diye düşünüyorum çünkü nereye saklasam buluyor, ojeler zaten allah kahrı helak etsin dedektörle gezsen imkansız bulamazsın. Neyse ki bedenlerimiz, ayak numaralarımız farklı. Yoksa o evde fırtınalar eser, kıyametler kopardı. Babam da her şeye küsüyor. Kalbi o kadar hassas ki ne söylesem hemen inciniyor. Televizyonun sesini kısmasını söylüyorum, kıstığını sanıyor. Tekrar kısmasını söylersem "benim kulaklarımdan biri duymuyor, sen beni anlamıyor musun?" diyor ama gece dolaptaki tatlıyı yemek için koridorda parmak ucumuzda yürüyüp mutfağa gitsek hemen uyanıp peşimizden geliyor. Annem çok yediğinde kızacak diye sabah "kızlar yemiş yine tatlıyı" diyor. Halbuki beraber gömdük ya gece baba. Annem hep telefonda konuşuyor. Gülçin abla var, iş arkadaşı. Bütün gün beraber çalışıyorlar, akşam eve gelince de saatlerce telefonda konuşuyorlar. "Bikaç saat önce beraber değil miydiniz, ne konuşuyorsunuz?" diyorum, "günün kritiği" diyor. Ya siz zaten yan yanasınız, ne olduysa sıcağı sıcağına yapsanıza kritiğinizi. Bayatlar o sonra, kırıntı yapar kuşlara yem niyetine pencere önüne koyarsınız... Evde harita kabaca böyle. 

                    Ben evsizim. Önce maaşımla hem kirasını hem faturalarını hem mutfak masrafları gibi kalemleri karşılayabileceğim, işime de yakın olan bi ev bulamadım. Sonra hadi bari gel bizim üst kata taşın teklifinde bulundular. En azından sessizlik olur, Nar gelir, kendi alanıma, kendi düzenime dönerim, kira da ödemem, böylece en pahalı kalemden yırtarım dedim. Annemlerin kiracısı çok komik bi çocuk olduğu için fikir fantezi gibi oldu kaldı. Çocuğa dediler ki; "zaten okul online, yazın da yoksun, eylülde sözleşmen bitecek, sözleşmeni yenilesek de work and travel ayağına yurt dışına gidecekmişsin. Boşuna kira ödeme, hatta istersen taşınma masrafı da yapma eşyalarını bi odaya koy kapıyı kilitle Seda otursun evde." Çocuk ağlamış. Gerçekten koca çocuk ağlamış. Kıyamam, umarım beni bulup okuyup hakkımda konuşuyor bu diye dava mava açmaz. Hayatım, benim param bana yetmiyor zaten, valla da billa da tazminat mazminat ödeyemem. İkimiz de sürünürüz mahkeme koridorlarında. Zaten her şeye ağlıyorsun, dilimin de kemiği yok, ağzım da çok bozuk, iflah falan da olacak gibi değilim. Yapma, yanarız. İsim vermedim, sarı çizmeli mehmet mi mahmut mu ne ağa. Gördünüz mü eve çıkamıyorum. Annemlerin evine de ekstra oda ekletemeyeceğimiz için, çünkü Sims oynamıyoruz, ben böyle Deniz'in ikinci odasında mülteci gibi devam. Evet kardeşimin iki odası, çift kişilik de yatağı var. Benim de şeyim var; hiçim. Odalarından birini atölye yaptığı ve boya kokusunda uyuyamayacağı için ayrıca yatak odası var. Orası da tabut kadar olduğundan dolayı onun çift kişilik yatağının yanına bana tek kişilik bi yatak koyduk. İlk zamanlar salonda yatıyordum. Sabah akşam kırk iş olmasın diye yatağı toplamıyorduk, misafir geleceğini duyunca koşa koşa toplamak zorunda kalıyorduk. Bu iş böyle olmaz deyip yatağı Deniz'in odasına atmaya karar verdik. Odaya tabut benzetmesi yapmam hoş olmadı, pardon. Kümes diyebiliriz. Yataklar yan yana gelince duvardan duvara üç kişilik oldu... Odadaki dolabın aynasından yalnızca yüzümü görüyorum. Boydan görebilmem için geri geri gitmem gerekir ama alan yok. Ayakta en fazla üç kişi durabilir. Annem bazen "odanızı süpürün" falan diyor gülüyoruz. Üç saniyelik iş. Hangi günahın bedeli bu? Üç kuruşa değer miydi? Plaza kadını olacağım diye, sigortam yatsın artık belki bigün emekli olur sahil kasabalarının birinde kitapçı açarım, hiç satamasam da yan esnafla dükkan önünde iki el tavla atar akşama kadar çay içerim diye, camları gazeteyle siler her sabah süpürgeyle yer süpürüp çayı ocağa koymak gibi rutinler oturturum diye, duvarları süsler püsler, oraya buraya çiçek eker bi saksıya da rüzgar gülü saplarım diye, arkadaşlarım ziyarete geldiğinde iki göz evimin ağaçlı/kedili/köpekli bahçesine minik meyhane kurarım diye, şile bezi elbiseler giyip boynuma boncuklu kolyeler takıp gezerim diye değer miydi? Değermiş de emekli olana kadar ölürüm. Otuz yaşında başlayan sigortadan sonra kaç yılda emekli olunur? Benim raporum işe yarar mı malulen emekli olmaya? Kalbi %35 çalışan babamın bile yetmedi, benim mental problemlerimle kim ilgilenecek? En fazla iyi kitaplar yazar teliflerle döndürürüm çarkımı diyeceğim ama teliflerin de hali mevcut halimden beter. Perişan oldum durup dururken. Çalışacağım, kendime yetecek kadar bile kazanamayacağım, eve çıkabilmek için bir maaşa daha ihtiyacım olduğundan evleneceğim, yalnız kalmayı seviyorum diye kocamı evden kovup maaşını alarak tek başıma yaşamaya karar vereceğim, bütün bu düzenden sıkılıp boşanıp evi kapatıp işten ayrılıp yansın dünya su verirsem gözüm çıksın deyip gerçekten bi sahil kasabasına yerleşeceğim, boncuktan takı yapıp satarak hayatta kalmaya çalışacağım, değirmenimin suyu yetmeyecek, dertlerimle mücadele edemeyip alkol batağına saplanacağım. İlaçlarımı da düzenli kullanmayı bırakınca depresyona girmem mi ben şimdi? Ortalıktan da kaybolurum. Müge Anlı hala devam ederse gidip beni orada ararsınız. Köhne bi otel odasında etrafımda içki şişeleri, pejmürde halde, ojelerim bile yarım, tırnaklarım mırnaklarım hep kırılmış, manikürüm rezalet olmuş halde bulunursam ne olacak? 

                    İlk turda bitmezse ben dumanım... Yanmışım ince ince ve bunun hiç ilgisi yok Muharrem İnce'yle.

                    Fakat İstanbul'da yaşamak beklediğim kadar kötü değil. Henüz her yerinin kontrolünü sağlayamadım. Zaten Kadıköy'ü çok severdim. Çaylarımı hep Lusnika'da içerdim. Bomba momba patlar korkusuna hem öyle çok da düşkünü olmadığımdan Taksim'e mecbur olmadıkça gitmezdim. Mecburiyet de şey: falcı. Beşiktaş desen varlığı yokluğu bir. Labirente benziyor, sürekli kayboluyorum. Eminönü'nden sonrası Taksim'den de korkunç. Eminönü'ne de sadece Özlem'le el ele tutuşup mum malzemesi ip gibi şeyler almaya gidiyorduk, Diyarbakır'dan buraya taşındığında yine öyle olur muhtemelen. Bi de geçenlerde Filiz geldi, çok biliyormuş gibi onu gezdirdim. Galata Kulesi'ni gösterip "bak şu Kızkulesi" diyorum. "Kızkulesi denizde değil mi,?" diyor. "Hayır sen yanlış biliyorsun" diyorum. Gördüğüm bütün camileri Sultanahmet diye gösterdim. Galata Köprüsü'nde de İstiklal burası diye yürüttüm. Bu kadar işte İstanbul Filiz. Şişli var, benim hayatıma yeni girdi. Sürekli kalabalık. Sürekli. Sevimli de bi yandan, sevmiyorum diyemem. Derim aslında anamın babamın çocuğu mu? O kadar çok çiçekçi dükkanı var ki. Kısacık yürüyüş yolumda bile dört tane. Ne güzel değil mi? Geniş kaldırımlarda minicik dükkanlar. Kraft kağıtlarına hızlıca sarılan buketler. Gülden papatyadan başka çiçek tanımıyorum. Gülle karanfili bile karıştırıyorum. Çok fazla, çok güzel çiçekler var. Sevgilim bana sürekli gönderiyor mehehe. Oyuncak gönderse daha çok sevinirim ama o romantik biri ve çiçek gönderip kendince tatlı notlar yazmayı seviyor. Romantik olmadığım için zaman zaman bozuluyor ama komik bence. Fazla duygulu ve yavaş geliyor. Romantik olmak için aheste aheste hareket etmek yine aheste aheste konuşmak gerekiyor sanki. Tahammülüm yok yavaşlığa. O yüzden düşüp ayaklarımı kırmıştım. Hatırlarsınız bi önceki posttan, hani pıt pıt pıt pıt. Gerçi belki de bu evrenin bana bi mesajıdır. "Dur biraz, sakinleş, yavaşla. Hiçbir şey kaçmıyor, yakalaman gereken fırsatlar zaten yolunun üzerinde, seni bekliyor." Moda böyle şeyler bikaç yıldır. Aynen evren, aynen mesaj. Aynen kank allahın işi. Aynen sopası yok gözüme sokmaya mecbur durayım diye ayağımı kırdı. Aynen gittiğim yol yol değildi. Aaaynen.

                    Şiirim olsa postu şiirle kapatırdım. Şarkım olsa onu koyardım. Çiçeğim olsa onu koyamazdım. Öyle kolay değil. Mümkün de değil. Yan yana otursak legolarım olsa onları net paylaşmazdım. Benim olan bişeyleri paylaşasım hiç gelmiyor kusura bakmayın ben biraz böyleyim. Yemeğimi de paylaşmam, söyleyin size de alayım benimkine dokunmanızdan yana değilim, tavsiye de etmem. Yüzüm düşer, keyfim kaçar. Ne yapalım kuru kuru bi baybaya, gülegüle canıma kaldık.

                    Kendinize çiçek alın paranız varsa, pahalı çünkü. Çok iyi arkadaşlar edinip kendinize çiçek aldırabilirsiniz. Hak eden birini görürseniz hoş da biriyse o, sevgili olursanız ona da aldırabilirsiniz. Çiçekleri çok seviyorsanız tüm kalbimle dilerim ki sevgiliniz de arkadaşlarınız da her ihtiyaç duyduğunuzda bir buket renkli, güzel, adını bilmediğim çiçekle gelsin size. Ya da bi dk kimsenin size incelik yapmasına ihtiyacınız yok kendi çiçeğinizi kendiniz alırsınız. Kaç para ya bi buket çiçek? Rojda bana çiçek gönderdiğinde öyle bi not yazmıştı; "Kimsenin sana yapacağı inceliğe ihtiyacın yok ufaklık".

                    Beni özleyin anacım.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Şaşıfelek Çıkmazı ve Daha Bisürü Şey

Fazla Konuştum Hadi Zengin Kalkışı