Mendilimde Kan Sesleri Olabilir Bu Başlık
Merhaba.
2021'in 8 Martından beri görüşmüyoruz, naber? Haberiniz yok, aynı sene düzensiz aralıklarla yazmaya niyet etmişim de taslakta kalmış giriştiğim postlar. Ben de demin gördüm. Sigarayı bıraktığımı söylemişim, aradığım kitaplardan bahsetmişim, günlük yazmaya nasıl başladığımı ve öykü kurmaya başlamamın da o günlere dayandığını, devamsızlıktan kaldığım dersleri anlatmışım. Çok şey yazmışım hiçbirini paylaşmamışım. Hepsini dert sanmışım, fazlasını görmeyince oturup mevcut sorunlarıma ağlamışım. O posttan yaklaşık bir yıl sonra iki ayağım kırıldı. İkisi de bilekten kırt diye gitti. Birinin kırığı, kemiğin dikey halde ortadan ikiye yarılması şeklindeydi. Ay baştan anlatayım mı, çünkü çok komik. Ben o gün hayırlı birkaç iş için İstanbul'a gelmeye karar vermiştim. İyi bi iş teklifi vardı, onu konuşacaktık ve belki de ben şimdi meşhur olacaktım. Hazırlandım, çıktım, o zamanın parasıyla bin lira (1000) verip taksitlerini üçe böldürdüğüm, şimdilerde fiyatı bin dört yüz liraya (1400) kadar çıkmış olan ayakkabılarımı giydim. İki elimde çöp vardı. Budo'ya da biraz geç kalacak gibiydim. Asansörü beklersem otuz saniyem boşa gideceği için merdivenlerden inmeye karar verdim. Hani böyle pıt pıt pıt pıt inersiniz ya merdivenlerden. Kimisi yavaş iner. Ben tez canlıyım, iki saat bekleyemem hiçbir şeyi. Merdivenlerden de hiç yavaş inmem, hep pıt pıt pıt pıt... En azından o güne kadar öyleydi. İşte öyle öyle inerken basamak sayısını karıştırdım. İki basamak vardır atayım şu ayağımı, zıplar geçerim dedim. İkinin katları kadar basamak varmış. İki ayağım birden içe döndü ve ben ne kadar mümkün bilmiyorum ama kırt diye o kırılma sesini duydum. Yalnızca kırıldığına inanmak istemedim. Hayatımda hiçbir yerim kırılmadı ki nereden bileyim. Ben hayatımda serum bile taktırmadım. Bana en son altı yıl önce bir gece ateşim çıkınca iğne yapmışlardı. Sağlıkla ilgili bütün sorunlarım mental. Alışık değilim hapşırmaya tıksırmaya. Oram ağrımaz, buram ağrımaz. Reglim sancılı geçer, o zaman bile ağrı kesici aklıma gelmez. Kırıldı ayaklarım. Kırt diye kırılıverdiler. Yirmi sekiz yaşında insan nasıl ayaklarını kırar anlamıyorum. Bence kemik kırığı sorunu ya yaşlıyken olur ya da çocukken. Yaşlıların dengesi bozulur, ayakları kayar, kemikleri zayıflamıştır ve kırılması kolay olur. Hatta iyileşmez diye kandırılırlar ama genelde iyileşirler. Çocuklar da çocukluktan işte. Hoplarsan zıplarsan, kendini yerden yere atarsan bir olur iki olur üçüncüde bi bakmışsın eyvah gitti kırıldı işte bi yerin. Çocuklarda çoğunlukla kol bacak, yaşlılarda da kalça. Geçmiş olsun canım. Ben yirmi sekiz yaşında nasıl kırdım ayaklarımı? Yani sıra dışı bişey olmuş olmalı. Ne bileyim cin falan itmese düşmemem gerekir. Biri ayağımın altından merdiveni çekti gibi. Düştüm. İki elimdeki çöpü dağılmasınlar diye kenara koydum, hemen kalkarsam tansiyonum düşer dedim biraz oturdum, aşağı yukarı on beş saniye sonra ayaklarıma baktım ve sol ayağımda sanki damarım patlamışçasına kan oturma ve şişlik gördüm. Sağ ayağım daha çok acıyordu ama onda görünürde hafif bi şişlik dışında anormallik yoktu. Kalkmaya çalıştım, aklım hala Budo'daydı. İstanbul'a iner inmez hastaneye giderim dedim. Kalkamadım. Ayaklarım iki ayrı parça gibiydi, bedenimle tek bağları derimdi. Derimin içinde sallanıyorlar gibi bi ağrı vardı. Onları taşıyamadım ve anladım ki ben bku yedim. Hiç düşünmeden bağırmaya başladım. "BANA YARDIM EDER MİSİNİZ? LÜTFEN BANA YARDIM EDEBİLİR MİSİNİZ? BEN DÜŞTÜM, YARDIMA İHTİYACIM VAR." Hala çok kibardım... Komşularım gelip ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Ben anladım mı da anlatayım. Üst komşumun avukat oğlu "ayak parmaklarını oynatır mısın?" dedi. Oynattım. "Tamam korkma, yalnızca incinmiş olmalı" dedi. Nereden biliyorsun allahın avukatı, git boşanma davalarına gir. Ben de "doğruyu söyle, beni kandırmıyorsun dimi Eren?" diyorum çocuğa. İnanmışım. Ambulans çağırdılar, çok uzaktan geleceklerini söylemişler. Alt komşum beni kendisinin götüreceğini, bi gayret ayağa kalkmamı, beni tutacaklarını söyledi. "Yok ben kalkamam, rica ediyorum beni taşıyın" dedim. Beni kucaklayıp arabaya bindirdiler ve cehennemin taşlı yollarına yolculuğum başladı. Doktorlara bin kere sağ ayağımda dışarıdan görünen bişey olmadığı halde daha fazla acı olduğunu söylesem de dinlemediler. Sol ayağımın çatladığını, sağın da burkulduğunu söyleyip solu atele alıp gönderdiler. Yine kucaklarda taşınıp eve getirildim. Bir hafta boyunca kırık ayağımla yaşadım. Atele aldıkları ayağım da kırıkmış, o yine sabitlendi diye acısı hafifti. Sağ ayağım yüzünden gece gündüz ağladım. Yanından biri geçtiğinde rüzgar esiyor diye ağlıyordum, aşağıya sarktığında kopacak gibi oluyordu ağlıyordum, sabitlesem de alçı olmadığı için hiçbir işe yaramıyordu ben yine ağlıyordum. Sonra doktora gittik. Kırıkmış. Benim ayağım kırıkmış ve beni ağrı kesici yazıp eve yollamışlar. Annem geldi, İstanbul'a döndük. Haftalarca sırtüstü yattım, her gün kan sulandırıcı iğne oldum, yanıma gelen herkes bana acıdı, bacaklarım çok kaşındı, hiç evden çıkamadım, sıkıntıdan her akşam ağladım. Başka bi doktora gittik, "ilk bana gelseydin direkt ameliyata alırdım çünkü vücudunun bütün ağırlığını taşıyan kemiğin ortadan ayrılmış" dedi. Sol ayağım kaynadığı halde sağ ayağım iki hafta daha alçıda kaldı mesela. Sonra yürümeye alışma süreci var. Bileklerim donduğu için yere tam basamadım, üç hafta kadar nasıl yürünüldüğünü hatırlamaya çalıştım. Bale ve futbol hayatım bitti. Önümüzdeki birkaç ay daha tam randımanlı halay çekebileceğimi sanmıyorum. Çünkü sol ayak bileğim hala sağdakinden kalın, akşamları ağrıyor, merdiven çıkarken zorlanıyorum. Ay bi de doğduğumdan beri maruz kaldığım güneşe bu yaşımdan sonra alerjim çıktı. Alçılı ilk günlerimdi, bi sabah uyandım ve gözlerimi açamadığımı fark ettim. Ellerim trabzon vakfıkebir ekmeği gibi şişmişti, vücudumun çeşitli yerlerinde kırmızı büyük lekeler vardı. Her yerim kaşınıyordu. Ben yatakta yatarken üzerime vuran güneş az kalsın ölümüme sebep oluyordu. Hastaneye kaldırıldım, hayatımın ilk serumunu yedim. Geçmiş olsun birtanem. Hala güneşe çıkarken yoğurt kıvamında güneş kremleri sürmezsem kabarıp kızarmaya başlıyorum, uyuz gibi kaşınıyorum. Tamam, yeter daha fazla hastalık konuşmayacağım. Kanlı 27 Temmuzu, düştüğüm merdivenlere karanfiller koyup mumlar yakarak anmak gibi planlarım vardı ama ben ta şın dım! Hem de manasızca İstanbul'a taşındım. Hiç olmayacak iş. Olacak iş var, olmayacak iş var. Bi telefon aldım, İstanbul'a geldim, gece boyu stresten kustum, sabah hiçbir şey olmamış gibi kumaş pantolonumu topuklu ayakkabılarımı giydim ve bir buçuk saat kaybola kaybola anca bulduğum plazanın önüne geldim. Ayça karşıladı beni, sarıldık, bi sigara içtik, odasına çıktık, her yer kitap ve oyuncak doluydu, inanılmaz heyecanlandım, filtre kahvelerimizi alıp müdürün odasına girdik. Üçümüz keyifli bi görüşme yaptık. Onlar sordu ben cevapladım. Allah kahretsin ki pencerenin karşısına oturmuştum ve sürekli yansımamdan kendimi izliyordum. Çünkü ben böyle bi belayım. Yansımamı görebildiğim herhangi bi yerde yalnızca kendimi izlerim, dikkatim sürekli dağılır. Görüşme yine de fena geçmedi. Biz seni ararız vedasıyla odadan çıkarıldım. Aramazlarsa ne yaparım diye düşünüp kusacak gibi oldum. Neyse ki kusup rezil rüsva olmadan eve döndüm. Bikaç hafta bekledim, sonra da işe alındığımı öğrendim. Artık çocuk kitapları yapan bi yayınevinin editörüyüm. Önce Ayça'nın stajyeri gibiydim, herkese jr.editör diye tanıştırıldım, sonra Ayça hayatının en güzel günlerini yaşamak için emekli oldu ve kitap dolu odası bana kaldı. Gitmeden bana bi mantar pano aldırdı, işle ilgisi sıfır olan çok sevdiğim bütün bıdı bıdılarımı astım. İşle ilgili şeyler de astım ama az. Ne yapabilirim her şeyi aklımda tutup şahane çalışıyorsam? Yavaş yavaş burayı oyuncaklarımla doldurup kreşe çevirmeyi planlıyorum.
O kadar ay sonra ve hatta yıl, nasıl yazılacağını unutmuş olmalıyım ki günlüğe çevirdim yeniden postu. Sekiz yaşımdan beri böyleyim. Galiba yedi. Ama aslında okuma yazmayı öğrenmediğim zamana bile dayanıyor olabilir. Kağıtlara bişeyler yazıp konuşarak o gün olanları söylüyordum. Nasıl yazıldığını bilmediğim için konuşursam elim bilir gibi mi hissediyordum acaba? Okuma yazmayı öğrenince daha kolay oldu. Elim hemen ağrıdığı için "sevgili günlük; bugün okula gittim sonra da eve geldim ödev yaptım. İyi günler, güle güle" yazıp konuyu kapatıyordum. Sonra ikinci sınıfa başlayacağım yaz gittiğimiz kırtasiyeden bana kitap almaya karar veren anneme kırtasiyeci kadın Bir Genç Kızın Gizli Defteri'ni sattı. Annem de iyi ne güzel, kalın kitap, bütün yaz okur diye bana bi ergen çocuk kitabı aldı. Herhangi bişeye sinirlenip ayaklarını gtüne vura vura odasına giden, kapıyı da gavurun malı gibi kapatıp ağlamaya başlayan, ailesindeki herkesin kör kara cahil olduğuna inanan ergen çocukların kitabı. Ben de böylece Serra'yla tanışmış oldum. Günlük yazan, rüyalarında Cosby babasıyla dertleşen, yazın teyzesinin Çeşme'deki yazlığına giden, yüzmeyi orada öğrenen, Cüneyt'e aşık olan Ankara'lı Serra. Beni ayrı, ergenliğimi ayrı yaktın Serra. On beş yaşındayken günlüklerin devamı olduğunu öğrendikten sonra hayatım hepsini bulmaya çalışmakla geçti. O yaşlarda dünyadaki en önemli, hatta tek önemli konu benim derslerim olduğundan kitap okumama izin vermeyen ailem, yalnızca test çözmemi istiyor ve bana okunup hayal kurmak için değil, içindeki çoktan seçmeli soruların çözülmesini bekleyen kitaplardan alıyordu. Ben de arkadaşımdan aldığım -zaten kitap okuyan bir (1) arkadaşım vardı. Kitap okuyan çocuklarla arkadaşlık etmediğimden değil, sınıfta o kadar kişiydik zaten. Ece, ben. Ece ben. Ben, Ece. Sayamadım başka bak- kitapları test kitaplarının arasına saklar öyle okurdum. Geçmiş olsun hayatım. Neyse ki üniversiteyi kazanıp başka bi şehre taşındım ve dilediğim kadar kitap okumaya başladım. Geçen yıl Nadir Kitap'tan çok eski basım Bir Genç Kızın Gizli Defteri'ni buldum. Ben toplarım bunların hepsini dedim. Arayan belasını da mevlasını da diye çıktığım bu yolda buluyorum arada parça parça.
Ay ne boş muhabbet yaptım ya, gerçekten buraya kadar okuyan varsa ona bir çerçeve şekersiz, katkısız, organik bal hediye edeceğim. Çalarım babamın ballarının arasından ne olacak? Sigara içmeden yazdıklarım bu kadar ıq barındırıyor özür dilerim. Ya da dilemem. Bilmiyorum. Son zamanlarda pek bişey bilmiyorum aslında. Yorgunum, umutsuzum, güldüğümde yeteri kadar gülemiyormuşum gibi hissediyorum. Hep daha fazlası lazımmış gibi geliyor. Rüzgar sırtımdan esiyor, itecek beni, önüm açık, koşacağım son sürat ve çok kolay olacak ilerlemem ama ben sarılmışım önüme çıkan ilk dala, hiç kıpırdayasım gelmiyor. Nasıl devam edecek böyle? Nasıl kesilecek bu inadın suyu? Kalbim çok kırık yine. Ayak kırığına da benzemiyor ki acısı. Biliyor musunuz benim halam öldü. Yazmak ne kadar zormuş, hiç bu kadar net denememiştim. Benim halam öldü. Söyleyemiyorum bile kolayca. Arkadaşlar benim halam öldü. Hep duyardım birilerinden şuyum öldü, buyum öldü diye. Çok yakın arkadaşlarımın da yakınları ölürdü, yanlarında olmaya çalışırdım, acılarını paylaştığımı sanırdım. İki tekine ortak olurdum, sırtını sıvazlardım, gözyaşına mendil arardım, sarılır şşşş derdim. Şşşşş geçecek. Geçecek gibi değil. Olacak iş var olmayacak iş var. İçiyorum olmuyor, ağlıyorum yetmiyor, sırtımdaki eller çoğalıyor/azalıyor hiç fark etmiyor, gözümün yaşına mendil dayanmıyor, hiçbir şşşş da yeter değil. 26 Kasım sabahından beri işler hiç eskisi gibi olmadı. Aslında ondan tam kırk gün öncesinde belliydi ortalığın bu kadar karışacağı. Biz birlikte sadece bi kere aynı masada türkü söyleyebildik. Bi kere sabaha kadar dertleşebildik. Blu belgeselini izlediniz mi? Erkan Oğur, Yavuz Çetin'le ilgili konuşurken gitarını yüzüne kapatıp, incinen, çatlayan sesiyle daha fazla devam edemeyeceğini söylemişti. Ben de sigara içmeye iniyorum. Odamda sigara içemiyorum çünkü burası benim anamla babamın tarlası değil.
Sigara molası...
Ölüm olgusuyla karşılaşmak beni afallattı. İnançlı biri olmaya ihtiyaç duydum. Öyle olsaydım derdim ki; "cennete gitti, allah rahmet eylesin". Halam cennete gitmedi. Halam yok oldu. Havada asılı bile durmuyor. Hiç oldu. Toprağı açtık, mezarını kazdık, onu oraya bırakıp üstünü kapattık, dönüp evimize geldik. Halam cismen orada fakat ruhu nerede? Birini kaybetmenin tam karşılığı buymuş. Kayboldu. Onu son kez ben yıkadım. Hastalığının son günlerinde de ben yıkamıştım. Önünde eğilmemi istemediği için bacaklarını yıkamama izin vermezdi. Kollarını kaldıracak gücü yoktu, ellerinden tutar ben kaldırırdım. Ellerimden tutardı, bana yardımcı olurdu. Son yıkadığımda ellerimi tutmadı. Buz gibiydi. Dövmelerine baktım uzun uzun. Göğsünde ellerini yukarı kaldırmış, kanatları olan bir kız çocuğu vardı. Onun kızı olduğunu söylerdi. Ellerinde, doğacak kızına koyacağı ismin ve bir de hangi dilde olduğunu unuttuğum 'cennet' anlamına gelen dövme vardı. Sırtında Farsça olduğunu hatırladığım bir harf vardı. Sağ ayak bileğinde büyükten küçüğe doğru üç martı vardı. "Anne martı, baba martı ve çocuk martı" derdi. Halam her şeyi aile üzerine kurardı, az hayali vardı, kimseye söylemezdi ama ben bilirdim ki var olanları da mutlu, huzurlu, küçük bir aileyle ilgiliydi. "Benim evim olsa şöyle düzenlerdim, salonun bir duvarını bordoya boyardım" derdi. "Ne bordosu ya içimiz kurur" derdim gülerdik. Kendi evi oldu sonra. Nohut oda, bakla sofa. Komşuları oldu, bahçesi oldu, kendi maydanozunu ekti, patlıcan, biber, bamya kuruttu, salça kavurdu. Doktor "baharı göremez" dedi, kasımın başında. Nisan bitecek, bahar hala gelmedi. Benim halam aralığı bile göremedi. Ölmek çok garip. Nefesinin bittiği gece kimler doğdu acaba? Kimler hangi kitapların kaçıncı sayfalarını okuyarak daldı uykuya? Hangi evde hangi konuda kavga vardı? Onunla aynı saatlerde başka kimler öldü? Kim ağladı, kim güldü? Behçet Necatigil'in çok güzel bir şiiri var:
Yılların çarmıhında vücudumu günler,
Taşa tuttu.
Çivilenip kaldı ufkumda,
Mevsimler var, yağmur bulutlu.
Kapalı kaynar tencerem bilinmez,
Et mi pişer, dert mi pişer.
Çağırmadılar ki beraber gidelim,
Gittiler birer ikişer.
Hatıralar bana gelmekle,
Tamamen aldanmışlar.
Bir sır gibi ele verdi beni,
Kuyularda kamışlar.
Ümitlerim, ne var ne yok, bitti;
Nöbete geçti korkular.
Üstüme çevrilen aydınlıklar içinden,
Gece, beni kurtar.
Muhtemelen seni ilk günkü kadar özlemeye devam ederim Özlem. En son omzundan öptüm ya hani, o an "keşke bi daha ayaklarım kırılsaydı ama sen bizimle kalsaydın" dedim. Bi daha aşık olurdun, daha çok masa kurardık, pizza yerdik her akşam, çok komik filmler izlerdik. Arkadaşların, hocaların buldu beni, sen çoktan gitmiştin. Kimse seni sevmiyor sanıyordun, arayıp söylemeyi çok istedim. O kadar çok çocuğa pizza ısmarladım ki inanamazsın. Sen öldükten bir gün sonra yeni yaşıma girdim, pastamın mumlarını da bi köy okulunun çocuklarına üflettim. Hayal ettiğim işi buldum, yatarak para kazanıyorum, Nar'la kendimin masalını yazdım. Saçlarımı bikaç kere daha kestirdim. Güneş ablayla konuşuyorum, seni çok özlüyor. Ağlıyoruz telefonda. Yaşadıklarına değil, yaşayamadıklarına üzülüyoruz. Sevgilimle hala sevgiliyiz. O da seni çok özlüyor. Beyaz kuşlu elbiseni aldım dolabından. Bütün yaz giyeceğim, kıps. Başındaki yazma dolabımda. Yıkamadım bile. Üstünde saçların var hala. Yüzüğünü takıyorum, bi kere bile çıkarmadım. İlk zamanlar sigarayı çoğaltmıştım, şimdi yine azalttım. Çok öksürük yapıyor, gıcık oluyorum. Doktora gittim, sadece bi kere. Banka hesabımdaki bütün paramı aldı resmen. Para kolay kazanılmıyor diye nadir gidiyorum, zaten çok yoğun, randevu da bulamıyorum. İşe başladığım hafta Büşra abla saçlarımı boyadı bedavaya. "Param yok" dedim, "her şey para mı sen Özlem'in yeğenisin" dedi. Babaannem çeyizlerini dağıttı bize. Küçük küçük patikler var. Kimseye olmaz, çocukların bile ayakları o kadar minik değil. Nar'a olur belki, denemedim. Evimi kapattım, annemlere taşındım. Her şey o kadar komik ki. Her akşam Deniz'le ışığı kapatma kavgası ediyoruz. Her sabah uyanırken üç kuruş paraya gençliğimi veriyormuş gibi hissedip vızıldıyorum. Ekonomi daha beter oldu, paramız hiçbir şeye yetmiyor. Lego bile alamıyorum. Kitap alabiliyorum arada. Babam "paranı euro yap, biriktir" diyor. Kardeşim param mı kalıyor da biriktireyim. Kilo aldım biraz daha. Gıdamdan kesemiyorum. Hayatı seviyor muyum, sevmiyor muyum karar veremiyorum. Akşamları Çağdaş'la buluşup kahve içip dedikodu yapıyoruz. Hala İstanbul'da çok arkadaşım yok. Arkadaşlarımı görmeye Mudanya'ya gidiyorum. Aslında evi tam kapatmadım, yalan söyledim. Arada gidecek kadar açık. Nar'a Faruk bakıyor. Babam hala istemiyor. Yakında kendi evime çıkacak kadar para kazanacağıma inanıyorum. Kiralar dört bine (4000) falan inerse yani. Hayal kurmak bedava kızım. Yıldız'ın bebeği olacak. Erkekmiş. Çok sinir oldum. Şimdilik haberler böyle. Seni özledik. Seni özlediğimizi söylemiş miydim? Seni çok özledik. Neredesin bilmiyorum. Özledik, onu biliyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder